*Oğuzhan Yanarışık, “Avrupa Ailesindeki Üvey Kardeş Türkiye”, İkinci Baskı, Liberte, 2019, ss:213-216.
“… Bu kitabın amacı, 2005 yılında başlayan Türkiye’nin AB üyelik müzakereleri öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmeler ışığında, Türkiye’ye uygulanan muamelenin analizini yapmaktı. Gelinen nokta itibariyle, diğer bütün örneklerden farklı olarak, Türkiye’nin katılım sürecinin çok sancılı geçtiği ve durma noktasına geldiği gözleminden yola çıktı. Devamlı öne sürülen çifte standartlı müzakere şartları, vize zorunluluğu gibi ayrımcı politikalar, üyelik kararını referanduma sunma gibi riyakâr uygulamalar, ayrıcalıklı ortaklık gibi akıl almaz teklifler, Kıbrıs’ta takınılan tarafgir tutum, Ermeni soykırım iddiası dayatmaları, artan yabancı düşmanlığı ve İslamofobi gibi faktörleri, bu anlamda mercek altına aldı.
Türkiye’nin müzakere sürecinde üvey kardeş muamelesi gördüğü iddiasındaki bu eser, mevcut tutumun arkasında, Türkiye’ye düşmanlığını kişisel takıntıya dönüştüren siyasetçiler, Avrupa toplumlarındaki nefrete varan Türkiye aleyhtarlığı, yükselen ırkçılık ve İslam düşmanlığı, yürütülen kara propaganda faaliyetleri, ekonomik sıkıntıların getirdiği bunalımlar gibi sebeplerin belirleyici etkisi olduğunu savunuyor. Diğer bütün sosyal vakalarda olduğu gibi, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğinin de önceden net olarak bilinemeyeceğini iddia eden bu çalışma, yaşanan gelişmelerin ileriye dönük mühim ipuçları verdiğini kabul ediyor. Avrupa Birliği ülkelerinin ekonomik, siyasî ve kültürel alanlarda, ilgili süreçte sürekli olumsuz sinyaller verdiğinin altını çiziyor.
Türkiye bir gün AB’ye tam üye olsa bile, üvey kardeş pozisyonun değişmeme ihtimali bulunuyor. Tıpkı soğuk savaş yıllarında Sovyet tehdidine karşı Batı bloğunda yer alması gibi, AB üyeliği de ancak AB’nin çıkar algılamalarına uygun düşeceği için gerçekleşecek. Hiçbir görünür faydası olmayan doğu Avrupa ülkeleriyle arasındaki fark, buna işaret ediyor. Üvey kardeş muamelesi, temel olarak Türkiye’nin kimliği, tarihi ve kültürel kökenleriyle ilgili. Türkiye’nin bu özelliklerinin de değişmesi mümkün değil. Nitekim on yıllarca yürütülen inkâr politikalarına rağmen, Türkiye bu hususiyetlerini unutmadı. Zaten bunların değişmesi, Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerin yok olması anlamına gelecektir ki; bunun zararını AB tam üyeliği de dâhil hiçbir kazancın karşılaması mümkün değil.
Ayrıca Türkiye’nin bu üvey kardeş konumunu, ille de kötü görmek gerekmiyor. Türkiye bu farklı pozisyonu sayesinde, Avrupa Birliği üyeliğinden vazgeçmeden, başka bölgelerdeki kardeşleriyle de yakınlaşabilme şansına sahip. İslam dünyasında, Orta Doğu’da, Balkanlar’da, Avrasya’da ve Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerinde başarıya ulaşması, bu farklı karakteri sayesinde daha kolay olacaktır. Türkiye emsalsiz konumu ve özellikleri sayesinde, tek bir aileye keskin ve tam bir aidiyet bağı kurmak zorunda değil. Bunun yerine, farklı ailelerle sıkı ilişkiler kurabilen bir aktör olma imkânı var. Bu çerçevede, tek umudu AB üyeliği olan bir Türkiye için felaket olabilecek bir senaryo, yani müzakerelerin başarısız sonuçlanması, çok yönlü düşünüp hareket edebilen bir Türkiye için önemli bir fırsata bile dönüşebilir.
Kendine güveni artan ve tarihî misyonunu hatırlayan büyük Türkiye’nin doğuşunu sağlamak temel hedef olmalı. Elbette her doğumda olduğu gibi bunda da çeşitli sancılar meydana gelecektir. Şaşırtıcı olan nokta ise medyamızda ve akademik çevrelerde boy gösteren bazı kimselerin, bu doğal durumdan ürküp, doğumdan vazgeçilmesini isteyebilmeleridir. Bazı istisnai kısa dönemler hariç, Cumhuriyet döneminin geneline hâkim olan pasif ve nemelazımcı Türkiye ile iktifa edilmesi gerektiğini söyleyebilmeleridir.
Kabuğunu kırıp eski günlerindeki saygın konumuna dönmek isteyen Türkiye’nin kaydedeceği gelişmeden rahatsız olanların, bu gidişatı yavaşlatmak ve hatta mümkünse durdurup tersine çevirmek için ellerindeki bütün kartları oynayacakları çok açıktır. Zaten ülkemizin bölgesinde ve dünyada söz sahibi konuma gelecek olmasını, istisnasız herkesin sevinçle karşılamasını beklemek, saflık olacaktır. Özellikle Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinin ardından doğan otorite boşluğunu istismar ederek, bölge insanını ezen, sömüren yerel ve uluslararası aktörler, bu durumdan oldukça huzursuz olacaklardır.
Dolayısıyla PKK teröründen Ermeni iddialarına, Rum kışkırtmalarından uluslararası finansal saldırılara, çeşitli medya karalama kampanyalarından FETÖ tarafından gerçekleştirilen kanlı darbe girişimine kadar pek çok aracı, aynı anda koordineli olarak kullanma çabasındalar. Türkiye’nin farklı cephelerde aynı anda mücadele edemeyeceğini ve böylelikle son yıllarda sergilemeye çalıştığı aktif ve iddialı politikalardan vazgeçeceğini ümit ediyorlar. Aslında Cumhuriyet dönemindeki örneklere bakılırsa, bu beklentilerinde pek de haksız sayılmazlar. Nitekim yakın geçmişe kadar, bu ve benzeri kartları kullanarak, birçok kez Türkiye’nin kısır çekişmelere ve küçük sorun alanlarına hapsolmasını sağlamayı başardılar.
Şunu unutmamak gerekir ki uluslararası sahnede büyük rol almaya çalışanların eleştireni de öveni de çok olur. Zaten eğer hiç kimse bir ülkeyi eleştirmiyorsa, esas orada sorun var demektir. O ülke etliye sütlüye karışmadan, rüzgârın estiği yöne giden kurumuş bir yapraktan farksızdır. Evet, inisiyatif almak korkutucudur, sorumluluk demektir. Fakat her yetişkin insan gibi, köklü devletler de acısı ve tatlısıyla hayatın gerçekleriyle yüzleşmekten ve inisiyatif almaktan çekinmezler. Her ülke aktiflik ve pasiflik arasında tercih yapmak zorundadır. Tarihi, coğrafyası ve medeniyeti göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin hangisini tercih etmesi gerektiği çok açık…
Mesele bu çocuğun, yani büyük ve müreffeh Türkiye’nin istenip istenmediğine karar verilmesindedir. Eğer isteniyorsa, yaşanan sorunlar ve sancılar, zaten doğal karşılanması gereken maliyetlerdir. “Biz de Türkiye’nin önemli ve etkin bir ülke olmasını isteriz ama…” diye başlayıp, yoldaki tehlikelere işaret ederek, “yol yakınken dönelim, boş verelim öyle iddialı hedefleri” diyenler, her zaman olmuştur ve olmaya da devam edeceklerdir. Fakat unutulmamalıdır ki tarihteki başarılı sayfaları, bu tip korkaklar ve onların sesine kulak verenler değil; doğum sancısını ve diğer pek çok zahmeti severek kabul eden fedakâr anne babalar ve onların yetiştirdikleri dirayetli evlatlar yazmaktadır.